Doğu toplumları dini terminoloji ile tek tanrı-yaratıcı inancıyla doğa ve toplumsal yapıyı tanrının-yaratıcının tezahürü olarak yorumlarken batı toplularında insanı doğanın tezahürü olarak ele aldıklarından birey ile yaratıcı arasında bağ kurulamamaktadır.
Doğu toplumlarında kutsiyet, varoluşu hakkın kutsal emaneti, yaratılanı yaratandan dolayı hoş görme düşünceleri gözlemlenmektedir. Batı toplumlarında ise bu bağ bulunmamaktadır. Neden olarak toplumsal yapının aristokrasinin egosal varoluşunu sürdürme isteğindendir. Halkın ve doğanın aristokrasinin kontrolünde olması ve bireylerin bu konularda söz ve yaşam hakkı verilmemesinden kaynaklandığı görülmektedir.
Felsefik ve mutasavvıf (tasavvuf işiyle uğraşan kişi) yaklaşım, her ikisi de insanı merkeze alır, lakin yöntem ve öncelikler bakımından farklılık gösterir. Felsefe insanı hayvan-canlı olarak ele alırken tasavvuf Allah’ın kulu, varoluşun özü olarak değerlendirir.
Felsefeciler, kendilerine köken olarak Yunan filozoflarını kaynak olarak alırlar ve genellikle bireysel akıl ve mantık üzerinden düşünürler. Bu süreç, çeşitli ekollerin ortaya çıkmasına ve bazen birbirini eleştiren veya reddeden fikirlerin doğmasına yol açar. Sonuçta varoluşsal zincirin birbirinden kopuk halkaları gibi algılanır ve bireyde birleşerek evrensel hakikatin ortaya çıkıp yaşamasına müsaade etmez. Düşünce sahibinin veya takipçisinin sürekli diyalektik içinde yaşamasına neden olur ve bireye huzursuzluk getirir.
Bazı felsefeciler özel yaşamlarında bu durumu yansıtmaktadır. İntiharla sonuçlanan yaşamlar düşüncesinin yaşamda karşılığı olmadığının göstergesi olarak yorumlanabilir. Halbuki mutasavvıflar halkın içinde ve söyledikleri gibi yaşayan sıradan bireyler olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Hatta düşüncelerini içinde bulundukları toplumlarına mal etmişlerdir. Sıradan bir köylünün, bireyin söylem ve türküsünde evrensel hakikatin dile getirdiği ve yaşadığı görülmektedir.
Mutasavvıflar, ilmi müminin yitik malı olarak görüp kendi kendilerini yok’a çıkarmak ile benliklerini varlıkta eritmek ile varlığın ve varlık bilgisinin içlerine doğacağına inanırlar. Bu konuda kendilerinden önce her ne denmiş ve yapılmış ise kabul ederek az veya çok kendi yaşamlarında deneyimlerler.
Mutasavvıf yaklaşım, söz ve eylem uyumunu önemser. “Dildeki söze elde varak (belge) gerek” diyerek söylemin yaşamda uygulamasını ister.
Böylelikle temel değerler olarak rıza, hak görme, sevgi, saygı ve hoşgörü öne çıkar. Bu eğilim, bireyler arasında uyumu artırır ve toplumsal barışa katkıda bulunur. Ancak burada da tüm mutasavvıfların mükemmel veya hatasız olduğunu söylemek yanıltıcı olur; bireysel farklılıklar her zaman mevcuttur.
Felsefi ve mutasavvıf yaklaşım, insan deneyimine farklı katkılar sağlar. Felsefe eleştirel düşünceyi ve mantıksal analizi ön plana çıkarırken, mutasavvıf yaklaşım içsel uyum ve toplumsal barışa katkı sağlar. Her iki yaklaşım da kendi bağlamında değerlidir; ancak genelleme yaparken, iddiaların tartışmaya açık olduğu ve istisnaların bulunabileceği unutulmamalıdır.