İnsan topluluk halinde yaşıyor. İş bölümüyle, dayanışmayla, kurumlarla… Din de bu toplumsal hayatın bir kurumu haline sokuldu. Savunduğu ilkeler de eğitim ders niteliğinde müfredatı içinde yer aldı. Peki neden herkes bu kuramsal dinin telkin ve isteklerine zorlanmaktadır? Din bir vijdan meselesi değil mi? İslam peygamberi, “Yeryüzü bana mescit kılındı” diyerek aslında ruhbanlığı, kurumsal din anlayışını reddetmedi mi?
Günümüzde din kurumu, daha çok toplumun birliğini korumak, sosyal dayanışmayı sağlamak ve siyasi otoriteye yardımcı olmak gibi üstüne vazifeye olmayan birçok konuda işlev görüyor.
Bu durum da zaman zaman siyasi güç odağı haline gelen bu oluşumlar devletin yasasında ikilik yaratıyor.
Dini öbür dünya ve cennet cehennemle sınırlayanlar ile dine hiç inanmayanlar dahası bilimi yeni bir din gibi benimseyenlerİn kendi yolunda olduğu toplumda Tanrı’nın doğayı ve insanı “kendini tanısınlar” diye yarattığına inanan biri kendisini bu setin muhatabı olarak kabul ederse baş vuracağı merci neresi?
Önce, arıtılmış genetik yapımız ve eğitimimizle insanlığı ‘hal’ etmeliyiz. Bunu toplum içinde yapmak mümkün olmadığında mecburen kendisine ya da kendisi gibilerin olduğu genel veya özel bir birime iradesini teslim edecek.
Kuranı Kerimde ‘akıl etmemiz,’ emredilmektedir. Peygamber de ‘aklı olmayanın dini yoktur.’ buyurmuş. Bir yanda “din akılla anlaşılmaz” diyen hocalar, diğer yanda “akledip tanıyın” diyen emir. Bir yanda da bunları aklı ile çözmeye çalışan az akıllı insan. Akıllı, ‘melek’ değil. İradesini teslim etti. “şeytan’ değil işte bu insan. Bu çelişki, aslında insanların yoğun olarak ruhsal bir hastalık taşıdığını gösteriyor.
İnsanlık, insanlar arasında yaşanarak öğrenilir. Hayvanların içinde yaşamak insana bir şeyler katabilir ama kendine ayna olacak başka bir insan olmadan insan, kendini tanıyamaz. Peygamberler işte bu aynayı tutan kimselerdir. Eğer hakikat sadece kitaplardan öğrenilecek olsaydı, peygamberlere gerek kalmazdı.
Hz. Muhammed “Ben son peygamberim” dedi. Acaba bu söz, çağının sözcülüğünü yaptığını mı gösterir, yoksa vahyin bittiğini mi? Kendisi bir öncekini güncellediğine göre, onu da güncelleyecek bir ihtiyaç doğmayacak mı? Nitekim İslam inancında, ‘her yüz yılda peygamber değil ama dini yenileyen müçtehitler gelecektir’ denmez mi?
Bakara 151. ayet, ‘Size içinizden bir peygamber gönderdik’ diyor. Buradaki ‘size’ kim? Topluma mı sesleniyor, yoksa her bireyin içindeki ilahi ruhu mu işaret ediyor? Belki de mesele budur: İçinde bu soruyu hissedenler, aslında muhatap olanlardır.
Doğa günceldir. İnsan bedenen günceldir. Ama insanın iç yazılımı, bütün geçmişi taşır. O yazılımı güncelleyerek Tanrı ile güncel yaşadığını idrak noktasına gelmek zorundadır. Nitekim kitap şöyle der: “O gün yüzler vardır; mutluluktan ışıl ışıl parlar.” Işıl ışıl parlayan yüzlere pırıl pırıl bakmak dileğiyle...