İnsanın en eski sorusu, "Bütün bunların kaynağı nedir?" olmuştur. Gökyüzüne bakan ilk insan, varlığın ardında görünmez bir kudret sezinlemiştir. Bu kudret zaman ve mekânın sınırlarına sığmaz; ne bir taş, ne bir yıldız, ne de herhangi bir yaratılmış şeyle özdeşleşir.

O, yaratılanların hiç birine benzemez, fakat hepsinde izini duyurur. Dinlerin en yüksek kavramı, bu aşkın varlığa işaret eder.

İslam’da bu hakikat, bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplayan Allah lafzında özetlenir. Allah, hayallerimizin ve tasavvurlarımızın ötesindedir; aklın ve tahayyülün ötesinde, ancak inanarak kavranabilir.

Bunu dile getiren insan her tarafı araştırmış ancak kendi içinden çıkan bu sorgulayıcı ile pek karşılaşmamıştır. Bunun nedeni sonsuz yaşam döngüsü içinde bireyin miatlı - süreli ömrü olmasıdır. Bu ömürlerin ürettiği veriler üzerinde düşünmeler bilgiye bilgi de görünür bilinir-kullanılır olmaya dönüşmüştür.

Dönüşmüştür ama her birey ayrı ayrı olduğundan ancak bilgide var olunarak ona ekleme veya düzeltme yapıla bilinmektedir. Aksi söylemler pek kaale alınmamaktadır.

Tarih boyunca insanlık, bir yaratıcı olmalı diyerek bu aşkın kudreti aramak ve anlatmak için sembollere başvurmuştur.

Tanrıyı-yaratıcıyı tasvir edemeyen insan, onun ışığını, ısısını ve hayat verici nefesini doğada aramış; en saf mecazı da gökyüzünde bulmuştur:

Güneş. Güneş, kendi ışığının şiddetinden ötürü doğrudan bakılamaz; göz kamaştırır ve saklanır. Ancak her şey onun etkisiyle var olur: bitkilerin yeşermesi, suların buharlaşması, zamanın akışı… İşte Tanrı’nın kozmik sembolü de böyle anlaşılmıştır: Görülmez ama hissedilir, şekle sığmaz ama bütün varlığı kuşatır. Tıpkı insanda tezahür eden varlık sevgisi gibi her şeyi ihata eder.

Sümer’in Utu’sundan, Mezopotamya’nın Şamaş’ına, Hitit’in Arinna Güneş Tanrıçası’ndan Roma’nın Sol Invictus’una kadar güneş, tanrısallığın en belirgin tezahürü olmuştur.

Türklerin Gök Tanrı inancında da güneş, göğün mutlak sahibinin yeryüzüne tecellisi olarak görülmüştür. Zaman içinde bu semboller birbiriyle kaynaşmış, fakat özü değişmemiştir: İnsan, hayatının kaynağını gökteki ışıkta aramıştır.

Işık sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da aydınlatır. O nedenle bilimin ve sevginin simgesi ışık olmuştur.

Güneşin görünmeyen ama her an hissedilen varlığı, Tanrı’nın da görünmez ama sürekli hazır olan hakikatine benzer. Işık olmasa zamanın ritmi kaybolur; Tanrı olmasa varlığın anlamı silinir. Güneşin ışığı, Tanrı’nın varlığının sembolü, Tanrı, güneşin ve tüm âlemlerin gerçek kaynağı olarak tanımlanmıştır.

Bugün bilim, güneşin bir gün söneceğini söyler. Ancak bu kozmik gerçeğin ardında insanın kadim sezgisi hâlâ geçerlidir: Bu yargı, bütün ışıkların ardında asıl ışık olan bilinç olduğunu anlatmaktadır.

Bunun din ilmindeki ifadesi bütün varlıkların ardında asıl varlık vardır. O, ne doğar ne batar; ne eksilir ne çoğalır. İşte o Allah olarak tanımlanan her şeyin ötesindeki hakikattir. Yani yaratıcı olan kutsal ruh.

İnsan idrakinde doğan bilinç ışığı içinde tüm varoluşu barındıran ve yaşatan yegâne güç olarak her varlığın yapısınca hükmünü icra ettiğini kavramıştır. Bireye düşen bunun idrakinde olmasıdır.