İnsanlığın anlam döngüsü ve gelişimi, insanın varoluş serüveni, anlam arayışı etrafında şekillenen büyük bir yolculuktur.
İnsanlığın bu yolculuğu din, bilim, felsefe ve psikoloji bilimini doğurmuştur. Bu durum farklı zaman ve coğrafyalarda aynı ihtiyacın varlığı kavrama ve yaşamı yönlendirme amaçlı farklı yüzleri olarak değerlendirilmektedir.
Mevcut ihtiyaçlar aynı zamanda insan diye tanımlanan varlığın var oluşunun maddi ve manevi boyutunu oluşturur.
Din adanmışlığın toplumsallaşmış hali, bilim doğayı çözümleyen aklın kurumsallaşması, felsefe ise insanın kendini ve evrensel bilincini sorgulama alanıdır. Teknoloji bu oluşum sürecinin yan ürün olarak varoluşa katılmıştır.
Din, özünde bireyin kendini aşan bir varlığa ya da ilkeye adanmasıdır. Bu adanmışlık kişide bir fark ediş, bir yöneliş olarak başlar. Ancak bireysel kalması halinde akim kalma (sönme) riski vardır. Din, toplumsal yasalar ve ritüeller aracılığıyla bu adanmışlığa müspet ve menfi anlamda dengeleyici rol oynar.
Bu durum da engellerin tarikat örgütlenmesi ile aşılmasını doğurmuştur. Ancak aynı sorunlar bu oluşumlarda da ortaya çıkmıştır. Bu bir sorun değil, sistemin ikili bir yapıda çalıştığının göstergesidir.
Bu yapı bireyin yerelden evrensele, ulaşmasını sağlar. Dinler ortaya çıktığı yer ve zamanının kültürü ile dondurulmuş organizmalar olduğundan bireysel adanmışlıkla canlanmaktadır. Bu durumda dinler bir yönü ile evrenseli temsil ederken diğer yönü toplumsallığı tutmaktadır.
Halbuki semavi dinlerin smacı birbirini güncelleyerek varlığını devam ettirmektir. Bireysel adanışlarla bu güncellemelerin yapıldığı anlaşılmaktadır.
Dinin koyduğu yasalar, evrensel ve seküler bir düzleme taşınarak modern hukuk, insan hakları, toplumsal sözleşme ve anayasa gibi kavramları oluşturmuştur. Bu durum, dinin özünde evrensel ilkeler bulunduğunu göstermektedir.
Sonuçta, dinin tarihsel misyonunun tamamladığı Kuranı kerimdeki ‘bugün sizin dininizi ikmal ettim’ ayetinden anlaşılmaktadır.
Bilim gözlem ve akıl aracılığıyla doğayı açıklamanın evrensel yöntemi olarak ortaya çıkmıştır. İlk başlarda dini anlayış ve ifadeleri ret ederek kendini evreni anlamanın tek yolu olarak ispatlama rolüne girmiştir.
Bilim, varoluş nasıl oluştu sorusuna, felsefe ise niçin sorusuna bir anlam aramaktadır. Bu durum da kendileri dahil kimseyi tatmin etmemiştir.
İlim (ilahi bilgi) yaratanın yaratılanda olduğunu esas alarak bireyin bu oluş içinde var olmasını sağlayıp soruların ortadan kalktığı yaşam boyutunu sunmaktadır.
Yaratılan her şeyin bir amacı ve yapılış düzeni olduğu gözlemlenmektedir.
Bireyler, bireysel gereksinimleri karşısında içinde bulundukları toplumun varlığıyla var olurken adanmış insan (Adem) tüm varoluşa ad verip idrak eder.
Adem, burada bilinçle varlığın gizli hazinesi olarak keşfedilmeyi bekleyen gizli özne konumundadır.
Bu durum bir zorunluluk değil, varoluşun mecburiyetidir.