Gökyüzüne bakan insan, orada parlayan tek bir merkezi fark eder: Güneş. Bütün gezegenler onun etrafında döner, bütün zaman onun ışığıyla ölçülür, bütün hayat onun sıcaklığıyla beslenir. O, dış dünyanın kalbidir. Nasıl bir kalp kanı bedene pompalarsa, güneş de ışığını uzaya pompalayarak varlığa hayat verir.
Bütün gezegenler döngüleriyle ona ahenk katar, varlığın düzenine yakıt olur. Bütün varoluş ta insana maddi ve manevi gıda vererek onu besler. O görevini yapmadığında veya misyonunu tamamladığında yeniden var olan insanın ortaya çıkmasını sağlar.
Ama insan sadece dış âlemle yetinmez. İçine döndüğünde başka bir merkez bulur: kendi kalbini, kendi kalıbını. Bu kalp yalnızca et parçası değildir; anlamın ve şuurun merkezi, varlıkla ünsiyet kuran derinliktir. İnsan kalbi, evrenin iç dünyasının güneşidir. Sevgiyle parlar, bilinçle ısıtır, düşünceyle aydınlatır. Bunun kalıbının sınırı yoktur. İnsan birey olarak ele alındığında Tanrıda var olur. Ancak değer yargıları olarak ele alındığında varlığın ve varoluşun kendi olduğu ortaya çıkar.
Dış dünyada güneş olmadan hayat olmaz, donar. Değişip dönüşüm olmaz. İç dünyada da sevgi olmadan kavrama, empati, anlam arama, yapılaşma olmaz.
Kadim kültürler bu ikilik üzere var olagelmiştir. Bir yanda göğe bakıp “işte hayat kaynağı, Tanrı’nın ışığı” dediler; öte yanda kendi içlerine bakıp “o ışıkla var olanla birleşip yaşayarak işte Tanrı’nın yansıması” dediler. Güneş ve insan kalbi, aynı hakikatin iki aynasıdır: Biri dış âlemi aydınlatır, diğeri iç âlemi.
Edebiyat ve düşün dünyamızın iki devi Mevlâna ve Şems, Aşk ve aşık edebiyatı ürünleri olan Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı hep bu gerçeğin halka yansımaları olarak kültür dünyamızın klasikleri olmuştur.
İnsanın yaşamına yol gösterici olarak gökte güneş gönlünde sevgi rehber olarak varlığını devam ettiriyor. Bazan “günaydın” denildiğinde homurdansa da insanın varlığına kıymet biçilemez.