Kâinatın ışığı, âlemlere rahmet olarak gönderilen gönüller sultanı Hz. Muhammed (sav) bir gün sahabesiyle otururken onlar cennet derecelerini konuşuyordu. İçlerinden bazıları, “Biz senin kadar çok ibadet edemiyoruz, ama seni seviyoruz” dediler. Peygamberimiz (sav) ise şu müjdeyi verdi:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”

Bu söz, varoluşumuzun özünü fısıldar: İnsan için en yüce amaç sevgidir. Sevgi, her ibadetin özünde yatan birleştirici, dönüştürücü ve kapsayıcı bir sırdır.

İnsanın yaşamasının sebebi de, yaratılışın kaynağı da sevgidir. Yalnız insan değil, bütün varlık sevginin eseridir ve sevgi için vardır. İnsan bu dünyaya yalnızca çalışıp tüketmek için değil; kendini tanımak, Yaradan’a kul olmak, sevmek ve sevilmek için gönderilmiştir.

Yunus Emre der ki:

“Ey bana tana vuranlar, bu aşka haram diyenler,

Ey Yunus, fâsık olmak yeğ, aşksız Müslüman olunca...”

Sevginin olmadığı yerde ibadet kuru bir alışkanlığa dönüşür. Oysa aşk, her şeyi ihlâsla ve sevinçle yapmaktır.

Bir başka nefesinde Yunus şöyle seslenir:

“Ak sakallı pir hoca, bilemez hâli nice,

Emek yemesin hacca, bir gönül yıkar ise.”

Gönül kırmamak, bin haccın özünden değerlidir. Çünkü sevgi, Allah’ın sıfatlarından biridir ve insan, sevgiye erdikçe O’nunla sıfatlanır.

Doğadaki çekim ve itim kanunu da aslında sevginin işleyişidir. Varlıklar birbirini bu yasa ile tutar; sevgi olmasa hiçbir şey varlığını sürdüremez. Fakat bu duygu insanda tezahür etmezse kâinatın güzelliği kör gözler için hiç görünmez.

İnsanoğlu büyüdükçe farklı sevgiler yaşar: anneye bağlılık, oyuna düşkünlük, gençlikte cinsel yakınlık… İnsan çoğu zaman sevdiğini sanır, aslında varoluş onu sevmekte, ona nefes ve hayat bağışlamaktadır.

Şeyh Galip, insanı kâinatın özü ve gözü diye tanımlar. Her şeyi gören göz kendini göremez. Bu nedenle İnsan sevdiğine dönüşür. Bu yüzden denmiştir ki: “Neyi severseniz Rabbiniz odur.”

Peygamberimiz buyurur:

“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”

Ve yine:

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.”

Sevgi olmadan iman da eksiktir. Çünkü sevgi, imanın dengeleyici cevheridir.

Arapçada sevgiye muhabbet denir. Bu da “hub” kökünden gelir; hub, “habbe”dir yani tane. Nasıl ki bir tohum toprağa düşünce içindeki sır ortaya çıkar, insan da sevgi toprağına düşüp muhabbetle büyüdüğünde hakikate ulaşır.

Adem’in cennetten dünyaya gönderilmesi de bu sırrın farkına varmak içindir. Habil, sevgiyi temsil eder; Kabil ise arzulara kapılıp hakikati unutan nefsi. İnsan sevgiyi kaybettiğinde asli vazifesini de unutur.

Sevgi, ciğerimizden aldığımız nefeste, kanımızda dolaşan sıcaklıkta, yediğimiz lokmada vardır. Can dediğimiz bütün, aslında sevgiden başka bir şey değildir.

Bu yüzden birey, sevgiyi menfaat için değil; varoluşa, anne-babaya, Yaradan’a şükrün bir ifadesi olarak yaşamalıdır.

Hamd, yüceltmek; hub, sevmek; Muhammed ve muhabbet ise bu manaları birleştirir. Peygamberimiz:

“Beni (muhabbeti) her şeyden çok sevmedikçe bana kavuşamazsınız” buyurmuştur.

Yani mesele isimde ve resimde değil, isim ve resmi var eden sevgidedir. Ona bağlanmak, eteğinden tutmak ve bırakmamaktır.

Veliler, bu hakikati bir nefeste dile getirir:

“Muhammed’e gönül kat ki,

Gâh deyip rehbere yet ki,

Bir gerçekten etek tut ki,

Ali’ye Selman olasın.”

Sevginin evi gönüldür. Gönül kırmak, sevginin kaynağını yaralamaktır. Yunus’un dediği gibi:

“Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı.”

Bütün kâinatın, kitapların özü de budur: Sevmek.

İnsandaki sevgi, denizden alınmış bir damladır. Asıl olan, o damla kurumadan kaynağına geri dönmektir.

Dünya hayatında gördüğümüz her şey sevginin şubeleridir. İnsan bu varoluşu kabul edip kendi sevgisini çoğalttıkça huzura erer.

Sevgi, varoluşun sırrı; gönül ise o sırrın evi…