İnsanı tanımak isteriz. Sorularımız hep aynı yerden başlar: “Nerelisin?” Sonra bir soy ararız: “Kimlerden?” Ardından bireye yöneliriz: “Peki sen kimsin?”

Bu soruların her biri insanı anlamaya yaklaşır gibi görünse de aslında onu bir çerçevenin içine hapseder. Bir coğrafyaya bağlarız önce; çünkü doğduğu yerin ona kimlik verdiğini düşünürüz. Ardından bir aileye, bir soy zincirine yerleştiririz; çünkü kim olduğunu anlamak için önce “kimlerden” geldiğini bilmek isteriz. Sonra onu bir işe, bir unvana, bir role sıkıştırırız. Son adımda, o adla andığımız davranışlarına bakarız ve deriz ki: “İşte bu insan budur.”

Oysa insan ne doğduğu yerle ne geldiği soyla ne de yaptığı işle sınırlıdır.


İnsan, nerede olursa olsun, kendi vücudunun içinde, düşüncesinde ve çevresine yansıyan davranışlarında insandır. Yer değişse de ad değişse de dil değişse de insanın özündeki varlık değişmez.

Bir ayna bir varlığı tam olarak gösterir. Ayna kırılıp parçalansa her bir parçası bireyi gösterir. O aynanın birliğinde de bir insanı gösterir. Dolayısıyla her bir insanda gözüken hal ve davranışlar, temsil ettiği düşünce insana, orada olan insana aittir.

Bir birey olarak insan içinde yaşadığı toplumdaki kimliklerin hepsiyle o bireydir. Ancak işyerindeki birey ile aile içindeki konumuna göre olan ayrı ayrı insani özellik ve gereksinimlerdir.

Coğrafya, kültür, iş, ad… Bunlar insanı tanımlayan kabuklardır. Ama öz, yani insanın gerçekten kim olduğu, bu kabukların ötesinde başlar. Belki de insanı tanımak, onu bir yere yerleştirmek değil; onun içinde bulunduğu bedende, düşündüğü düşüncede, gösterdiği davranışta yankılanan varlığı fark etmektir.

Çünkü insan, nereliyse o değildir; insan, nasıl düşündüğü ve nasıl davrandığıyla insandır.