İnsan önce inanır mı, önce düşünür mü, yoksa önce konuşur mu? Bu soru eski, ama yankısı hâlâ taze. Çünkü bu üçü, yaşamın üç ayağı gibidir: biri olmadan diğeri eksik kalır.

İnanç, insanın görünmeyene dokunuşu, görünmez olanı görünür kılma çabasıdır. Düşünce, o dokunuşun biçim kazanmış hâli olarak varoluşla şekillenir. Dil ise o dokunuşun yankısıdır; yaşantımızı ve anlamı dışa vurur. Ama insan nefes alırken hangisi önce gelir: hava mı, göğüs mü, ses mi? Bu soru bize şunu hatırlatır: salt hayvansal yaşamda “inanç” yoktur; inanç, bilincin uyanışıyla doğar.

İnanç, “bir yaratıcı olmalı” diyenle “yaratıcı yoktur” diyenin bile ortak paydasında bulunur. Çünkü her ikisi de bir kabullenişin, bir tutumun ifadesidir. Birisi “varlığa güven” duygusundan, diğeri “varlığın kendi yeterliliği” inancından doğar. Her iki durumda da insanın eylemleri, bu inancın görünür biçimidir.


Ve böylece bir düşünce sistemi, ardından da madde ve anlam dünyası oluşur.

Bu yüzden insan, her şeyden önce bir inanç varlığıdır. İnanç, tamamlanmış bir değer değil; her an yeniden var olan, yaşayan bir cevherdir. Her inananla birlikte yeniden doğar, her sorgulamayla biçim değiştirir.

Bilimsel bakış, ilk insanın yıldırımdan korkusunu inancın kökeni olarak görür. Oysa korku yalnızca başlangıçtır. Zamanla insan, korkunun ötesinde sevgiye, yani varoluşu anlamaya ve korumaya yönelir.


Sevgi, insanın kendi bilinciyle yüzleşmesinden doğan en kapsayıcı duygudur.

İlk insanın dili yoktu, ama bir inancı vardı. Duydu, gördü, korktu. Sonra bir sığınak aradı.


Önce ebeveyninde bulduğu bu güven duygusu, zamanla doğaya ve görünmeyene yöneldi.


Korkudan doğan bu sığınma arzusu, hareketlerle, seslerle, sembollerle örülerek bir inanç dünyasına dönüştü. Sonra bu korunma içgüdüsünden sevgi doğdu; insan kendi geleceğini güven altına almak için inancını eyleme dönüştürdü.

Böylece insan, dışındaki bir kudreti sezmeye, ona göre yaşamaya, ondan anlam üretmeye başladı.


Doğanın belirsizliği, toplumun düzeni, güçlülerin varlığı-hepsi bir “üst kudret” fikrini besledi.


Bu düşünce, dilsel anlatımı doğurdu; sözcükler anlamla yüklendi, söylemler yazıya dönüştü.


Alfabe, insanın duygu ve düşüncelerini simgeleyen bir evrensel hafıza oldu.

Artık insan yalnızca inanan değil, düşünen ve anlatan bir varlıktır. Anlam, üç köşeli bir aynaya dönüşür:
İnanç yansıtır, düşünce keskinleştirir, dil şekillendirir.

Felsefeciler bu aynayı farklı açılardan tutmuşlardır. Descartes düşünceyi merkeze koyar: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Heidegger aynayı ters çevirir: “Dil, varlığın evidir.”


Ama insanın en eski iç sesi, bunların öncesindedir: “İnanıyorum, öyleyse hissediyorum.”
Çünkü anlam, mantığın değil, sezginin kıvılcımıyla başlar.

Sonunda anlarız ki insanın özü bir sırdan ibarettir: İnanç düşünceyi doğurur, düşünce dili doğurur, dil de inancı yeniden yaratır. Üçü birden konuşur insanda; biri sustuğunda, öteki eksik kalır.

Ve belki de insan, bu üç sesi bir araya getirdiğinde-inancını duyguda, düşüncesini anlamda, dilini bilinçte birleştirdiğinde-gerçekten kendini duyan olur. Görme ise bu üçlünün dördüncü yankısıdır:
50 gram ağırlığındaki bir organ aracılığıyla, baktığı yönü kapsayan bakışı ile İnsanın özündeki mananın dışarıya ışık salarak varlığın görünür bilinir olmasına sağlayan.